BİR GARİP KORKU: BABA BENİ OKULA”?”








Cumhuriyetin ilanından sonra sermayenin millileştirilmesinden Özallı yıllara kadar hâkimiyetini sürdüren, 1930’lu yılların Avrupa’sı ve Türkiyesi’nin yönetim anlayışına ve entellektüelitesine sahip; ekonomiyi, bürokrasiyi, bir kısım siyaset ve yargı kurumlarını elinde bulunduran bir burjuva sınıfı ortaya çıkmıştı. Laik ve Atatürkçü, çoğu zaman ulusalcı ve devrimlere bağlı bu sınıf, yıllarca kendi hâkimiyetleri altında ülkeye şekil vermeye çalıştılar. 1980 darbesi sonrası, 1983’te sivil hayata geçişle birlikte, (Turgut Özal) liberal ekonomiye tam olarak geçiş yapmıştır.
Ekonomi herkesin içine girebileceği bir alan haline gelmiş, hem ihracat hem de ithalat sektörünün gelişmesiyle kapalı kutu Türk ekonomisi uykudan uyanmıştır. Ekonominin sınırlarının genişlemesiyle, ekonomiyle ilgilenen kitle de genişlemiş, sermaye seçkinler sınıfının elinden Anadolu’ya doğru kaymaya başlamıştır. Sadece günü kurtarmaya çalışan, köyünün sınırlarında yaşayan, dindar, muhafazakâr Anadolu insanı, bu anlayıştan kurtulup daha büyük oynamaya başladı. Özal’la ilk atılımını gerçekleştiren Anadolu insanı, Refah Partisi döneminde daha hızlı büyüdü ve AKP döneminde zirve noktasına ulaştı. Kimi zaman Anadolu sermayesi, kimi zaman İslami burjuvazi, kimi zamanda yeşil sermaye olarak adlandırılan bu yeni sermayenin en büyük özelliği geleneksel ve dini kimliklerini koruyarak modern hayata ayak uydurmalarıdır.
Tüm pastayı elinde tutan seçkinler, yeni zenginlerin pastadan pay almaya başlamasından rahatsız olmaya başladılar. Ekonomik büyümenin doğal sonucu olarak siyasette de söz sahibi olmak istediler. Bunda bir anlamda başarılı olmalarıyla da, rahatsızlık en üst seviyeye çıkmış ve "çatışma" başlamıştır. İdeolojide, siyasette ve sosyal hayatta birbirinden ayrı fakat aynı ekonomik alan içerisinde yer alan iki burjuva sınıfının çatışması Türk demokrasisini, siyasetini ve devlet politikasını tartışmaya açmıştı. Ekonomik sürtüşmeden doğan çatışma, bir süre sonra dünya görüşü  ve yaşantıyı da içine almaya başladı. Bir tarafta sakat bir devlet-toplum ilişkisi, bir tarafta ise dinini ve geleneklerini, devlet teamüllerine takılmadan, her alanda yaşayabilme arzusu.
Yeni sınıf, karşısındaki seçkinler ve aynı zihniyetteki devlet tarafından tehdit olarak algılanmaya başlandı. Bu korkunun sonucu olarak da başörtüsü, kimine göre ise "türban" sorunu ortaya çıkmıştı. Başörtüsü; ortaya çıkan yeni sınıfın dini olarak vazgeçilmezlerinden biri iken, bu vazgeçilmezlik seçkinler tarafından bir bayrak, ideolojik, siyasal simge olarak görülmesiyle kendisine gerçek anlamından başka anlamlar yüklenmesine sebep olmuştu. Egemenlik gücünü elinde bulunduran seçkinler birçok yoldan "türbanı" bertaraf etmeye çalışmaktaydı. Üniversitelerde, kamu kurumlarında hatta askerlerin yemin törenlerinde bile yasaklar koyulmuştu. Bu yasaklar kısa zamanda etkili olsa da kendi isyancısını doğurmayı başardı. Baş örtüsü ve/veya türban artık her yönüyle tartışılmaya başlanmıştı. Kimilerine göre çağdışılık, gericilik, kimilerine göre simge, kimilerine göre ise tercih. Bu tartışmanın esas problemi ise devletin yaptırım gücünü elinde tutan, onu kaybetmek üzere olan seçkinlerin sahip olduğu demokrasi ve özgürlük anlayışı. Devlet ideolojisi, devrimler adına insan hak ve hürriyetlerini, demokrasiyi askıya almayı meşru sayan bu anlayış, karşı devrim korkusuyla karşısındakini her türlü baskıcı, dayatmacı uygulamayla sindirmeye çalışmaktadır. İnsanların tercihlerine saygı duymayan, eğitim haklarını kısıtlayan, sosyal hayatta var olmasını imkânsız hale getiren bu uygulamalar, Türkiye’nin yıllardır yaşadığı demokrasi sorununun ufak bir mozaiğidir aslında. Olaya kadın yönünden baktığımızda ise her yerde kısıtlanan kadın mecburen erkeğin kanatları altına sığınmak zorunda kalmakta, üretimden ve değişimden kopmaktadır.
Karşılıklı hoşgörü ile tercihlere saygı gösterildiği, empati kurulmaya başlandığı zaman bu sorunun artık sorun olmaktan çıkacağı, kanun değişikliği zırvalarına bile gerek kalmadan çözüleceğini görmek hiçte zor değildir. İnsanların isterse inancından ötürü, isterse de ideolojisinden ötürü, ne taktığı ne giydiği ne düşündüğü demokratik toplum düzenine zarar vermediği sürece, kişilerin özgürlüğüdür – ‘doğal’ hakkıdır. Dikkatimi çeken bir köşe yazısından bir alıntıyla bitirmek istiyorum, "Siz, ötekinin varoluşuna verdiği mananın, dünyaya ilişkin tavrının, siyasi duruşunun, kültürel tutumunun, bir ‘simgesi’ olan başörtüsü ile ilgili başta saygı olmak üzere ancak belli sınırlar içinde konuşabilirsiniz. Bir insana hayatıyla ilgili temel tasarruflarında, mesela nasıl giyineceğine, başına ne takacağına dair bir şey önerebilecek kadar hısım akraba değilseniz yaptığınız şey sadece terbiyesizlik ve had bilmezlik olur." (ÖNDER, Sırrı Süreyya, Beni Başörtülü Bir Hekime Emanet Ediniz, Radikal, 22/10/2010)

Yazar:DEMİR KÖŞE