BU DÜNYADA BAŞ ÖRTÜLÜ BİR LEZBİYEN OLMAK


         İnsanı birey yapan şey; onun sahip olduğu özelliklerdir diyebiliriz. Özellikleri özellik yapan şeyse; kimliklerdir aslında. Kimisi doğuşumuzla birlikte, hatta daha anne karnındayken benliğimizin bir parçası olur, bir kısmınıysa sonradan ediniriz. İnsan, çok yönlü, çeşitliliklerle dolu, bir o kadar da göze karmaşık görünen dünya doğasının bir meyvesi. Onun geldiği bu çeşitliliklerle dolu kaynak, onun benliğini güçlü yapan şey. İnsanın sonradan ürettiği dinler, sistemler, ahlak yapıları, doktrinler, örfler, adetler... Doğanın yarattığı insan benliği o kadar güçlüdür ki, bazı özellikler ve davranışlar ne din tanır, ne sınır, ne de düşünce.

Aşık olmak mesela. Aşkı kontrol edebilir misiniz? Bir düşünün ilk aşık olduğunuz kişiyi. İyice düşünün. Hatta birkaç saniyeliğine de olsa gözlerinizi kapatın ve geçmişe gidin. Birisine aşık olduğumuzu bile bir süre sonra anlarız. İlk başta bize basit bir hoşlantı gibi gelir. Kendimizi O'ndan hoşlanırken buluruz, eve gittiğimizde aklımızda hala "O" vardır, ne garip; rüyalarında, düşüncelerinde hep "O"... O' nu görmek isteriz bir an önce; görünce de aşırı heyecanlamaktan korkarız.
Belki çok romantik gelecek; ama bana kalırsa aşk, bize doğadan gelen bir meyve gibi. Duygularımız, hormonlarımızla şekil bulan, evrimsel olarak genlerimize işlemiş bir takım özellikler bütününün bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Hoşlantının çok daha yoğun ve çok boyutlu halidir. Ben, duyguları doğayla bağlantılı olarak yorumlamanın onları küçültmeyeceğine, tam tersine; bu çeşitlilikler düzleminden kaynaklı kavramı yücelteceğine inanıyorum.
İnsanlarda her zaman var olan doğayı kontrol etme güdüsü -ki bana kalırsa bu da evrimin bir sonucu- kendisine de yansıdı ve bu yolla ahlak sistemleri kurduk, geleneklerimizi köklüleştirmek için uğraştık, sonradan ürettiğimiz değerleri temellendirmek için tanrılar yarattık. Yarattığımız, sadece insanı merkezine alan, onlarla konuşan, sadece onlar için kaygılanıp, onları doğru yola itmeye çalışan, ama insanlar dışında olan doğadaki diğer unsurlara göz ucuyla bakan tanrılardı.
Cinselliği tabu haline getirdik sonra. Üremek, sevişmek, tensel haz duymak, cinsel organlar... Bunlar doğayı hatırlatan “yabani” şeylerdi. Sonuçta insan “medeni” bir varlıktı. Aslında her canlı, yaşamını sürdürmek istiyorsa, doğa kuralları üzerinde belli bir iktidar kurmalıdır; ama bunu yaparken kendi kökenini reddederse kendisine yabancılaşır ve sahip olduğu tüm yetenekler zehirli bir ok olarak kendisine döner. Tüm savaşlar, ölümler, kan... Bunun dışında sanayileşme... Sanayileşme, insan bilişsel zekasının müthiş bir sonucu. Ama sanayileşmeyi zararlı hale getiren şey; insanın kendine yabancılaşarak, doğaya yabancılaşarak sanayileşmesi. Eğer sanayileşirken doğa iktidarını bu kadar göz ardı etmeseydik, sonuç farklı olabilirdi.
İçinde bulunduğumuz durumda, küresel ısınma durdurulamaz noktaya gelmek üzere. Bunun sonucunda Dünya yok olmayacak; ama sayısız canlı türü ve belki insan da, küresel ısınma ve ne olduğu kestirilemez etkileri sonucu yok olacak.
Geldiğimiz yeri unuttuk, doğa kuralları üzerine iktidar kurmamız yaşamımızı sürdürmemiz için gerekliydi; ama bunu kendimize yabancılaşarak, kendimizi kendimize yabanileştirerek yaptık.
Bu gelinen noktada insanlar acı çekiyorlar. Açlıktan, yatacak bir yer bulamamaktan acı çekiyorlar. Ama her şey para değil, gerçekten değil. İnsanlar birbirlerini yok etmeye programlanmış kimlikleri aynı ruhta taşımanın verdiği acıyı da yaşıyorlar. Bu, doğa iktidarının getirdiği kimliklerle, sonradan ortaya çıkan insan iktidarının getirdiği yapay kimlikler arasındaki bir çatışma. İşte açık toplum olma çabalarının altında yatan şeyde bu: Kendimize yabancılaşmadan, doğaya yabancılaşmadan sanayileşelim, gelişelim, yaşayalım ve bu ikilikten kurtulalım.
Bugün eşcinsel olduğu için babası tarafından öldürülmüş olan ve duruşması sürekli ertelenen Ahmet Yıldız'ın hayatını anlatan bir film çekilmeye başlandığını duydum. Film'in ismi: "Zenne." Bu sevinçle karşıladığım haber, ilginç bir şekilde bana yıllar önce okuduğum bir röportajdaki  -beni o zamanlar çok şaşırtan-  birkaç cümleyi hatırlattı. Bir eşcinsel hakları savuncusuyla yapılan röportajdaki cümleler şunlardı:  “Peki, derneğinizin toplantısında baş örtülü lezbiyen kadınlar da var diyorsunuz? -Evet elbette, gelip toplantılara katılan birkaç arkadaşımız var.”
Gerçekten de biliyorum var; olmaması da mümkün değil zaten. Çünkü aşk, cinsel yönelim, sevgi, haz isteği... duygu dünyamız, yani doğadan gelen, genlerimize işlemiş özelliklerimiz; kültür, yetiştirme tazı, örf, millet, din, sınır tanımaz. Doğa iktidarından olan, insan iktidarını tanımaz.
Bu ülkede baş örtülü bir kadın olmak ayrı, eşcinsel bir kadın olmak ayrı, kadın olmaksa ayrı bir sorunken, artık baş örtülü, eşcinsel bir kadın olmanın getireceği yükü sizi düşünün: Doğa iktidarıyla insan iktidarı arasında kalmış bir insan... Tamamen masum ve olduğu gibi yaşamaya hakkı var. Bu iktidar savaşını anlayarak, çelişkilerinden utanmadan olduğu gibi yaşamaya hakkı var.
Doğaya yabancılaşmayı bırakıp bu iki iktidar arasındaki iki yüzlü düzlemi kırmalı ve kendimize daha fazla acı çektirmeye dur demeliyiz. İçimizdeki mazoşiste dur demeliyiz ve ne olursa olsun her türlü farklılığa saygı duymalıyız,  yalnızca hoşgörü değil, saygı...