ANLAM ENFLASYONU




Zamanla evriliyoruz. Kapasitelerimiz arttıkça, ancak evrilebiliyoruz. Yanlış anlaşılmasın. Ortak, bütün insanlığın kapasitesi aynı yönde arttığı oranda evrilebiliyoruz. Bu sadece “benim ya da senin evrimimin” işi değil.
Ortak bilince ulaşmamız gerekiyor. Ortak bilince ancak ortak zeminlerle ulaşabiliriz. Ne gibi? Ortak bir bilgi birikiminin insanoğlunun tamamına aktarılmasıyla evrilebiliriz.

İnsanoğlu evrimini tamamlar mı? Ne noktada tamamlar? Ne noktada tamamlayabilir? Ya da nokta diye bir şey yok, ne boyutta, hangi düzende evrimine devam edebilir? Bunlar düşünülebilir.
Gerçek olan şey, insanlığın muazzam bir evrim testinden geçtiğidir.
Daha çabuk nasıl entegre oluruz bu düzene? Daha güçlü nasıl olabiliriz bu evrende, muamma. Parçacıklarımızı en verimli nasıl kullanabiliriz acaba?
Her duyuyu nasıl harekete geçirebiliriz acaba aynı anda? Müzik. Denedik.
Televizyon dedik, film dedik, görsel dedik, gözü denedik. Kulak; yani işitme, göz; yani görme.. Bunları denedik hareket için. Yetmedi.
Yeterince tattık mı? Yeterince dokunduk mu? Yeterince kokladık mı?
Buralara değinmek lazım.
Tat alma duyumuz gittikçe genişleyen ufkumuz aslında. Dünya olarak. Birbirine karışan lezzetler, küreselleşmenin aynı zamanda bölgeleşmesi, buna güzel örnekler. Yani, Türkiye'deki bir çin ya da restoranı, buna iyi örnek olabilir. Ancak bu tatların daha yaygın, daha ulaşılabilir olması şart. Hatta ötesinde, farz.
Dokunma duyumuza, maalesef diğer duyularımıza olduğu gibi karışan kötü kokular var. Dokunmaktan korkar olduğumuz bu zamanlarda, dokunma duyumuza baskın gelen görme duyumuz olduğunu düşünüyorum.
Koklamak da bununla aynı oranda uzak durduğumuz diğer bir hadise.
Dokunarak adlandırabiliyoruz; belki doğru, ama, dokunarak ne kadar tanıyabiliyoruz varlıkları? Burası yine muamma.
Tanımlarımız, beş duyumuzun ortaklığının önüne geçiyor olmasın?
Tanımlarımız neler üzerine? Düşünmek lazım. Zaman ayırmalıyız.
Eğer tanımlamalarımız, tariflerimiz, daha çok görme organımızın kabulünde ise, sorgulamamız gereken şeyler var demektir.
Tariflerimizi hem gözümüzün, hem burnumuzun, hem damağımızın, hem bedenimizin, hem de kulağımızın anlayacağı şekilde yapabilsek, belki sorunlarımız yok olacak.
Tariflerimiz doğrultusunda kullandığımız sınırlı kelime dağarcığımız da, cabası.
İnceleyelim dil bilgimizi. En sık kullandığımız kelimelere yine göz atalım bir.
Bakalım hangi duyularımıza hitap eden sıfatlar ya da isimler, yüklemler, zarflar kullanıyoruz? Bakalım.
Hangi duyularımız baskın bu zamanda?
Duyuları nasıl uyandırırız? Bunu sorgulayalım.
Bir insan beş duyudan ibaret mi? Bir defa bunu bir araştıralım.
Beyin, acaba beş duyu organı etrafında mı şekillenmiş? Yoksa içgüdü farklı bir olgu mu? Hisler acaba "beşi aynı yerde"nin de ötesine geçebilir mi?
Geçiyor mu?
Üst iletişim diye bir şeyden söz edebilir miyiz mesela?
Yani, beş duyuya hiçbir türlü yakinen temasta ya da hitapta bulunmayan şeylerin de etkisinde olabilir miyiz?
Duyu dediğimiz şey ne bir kere?
Duymaktan gelmesi tesadüf mü Türkçe'de?
Yoksa acaba esas kelimeyi kullanmaz mı olmuşuz dilimizde?
Algı mıdır bu? His mi? Hayal mi? Yanılsama mı?
Türkçe’de duyu; duymaktan.
Ingilizce’de sense; hissetmekten. Anlamdan biraz. 
Fransızca’da sens; direktif, yani yol demek, yani izliyeceğin adımlar. Göz.
Flemenkçe’de sense; anlam demek.
Almanca'da da yön, direktif demek.
Rusça'da his demek.
Acaba toplumun ruhsal, yani zihinsel altyapısını kuvvetlendirmek için hangi kelimeleri eklemekten başlamalıyız dağarcıklarımıza?
Önemli bir engel artık; söylemen gerekeni en doğru şekilde anlatabilmek.
İletişim, bütün toplumların, bütün insanlığın ortak gelişimi için hayati hadise zaten.
İletişimi en üst seviyeye taşımak için kendi dilimizi canlı tutmamız gerekli.
Bize ait, bizden izler taşıyan anlamlara ihtiyaç duyuyoruz toplum olarak.
Bütün toplumlar aynı sorunla karşı karşıya aslında.
İçiçe geçmiş tanımlarımız mevcut.
Eski Türkiye Osmanlı'sında, Fars ve Arap edebiyatı, kültürü hakimken, yeni Türk dağarcığında bir kopuş söz konusu geçmişten.
İnkar eder gibiyiz geçmişimizi.
Peki, biz de faydalanalım batının kültüründen. Peki, bizde zaten doğunun kültürü vücut buldu yüzyıllarca bu topraklarda ve benliklerimizde.
Ama yeşertmeye çalışırken bir ağacı, yalnızca çiçeğini koparıp güneşe tutarsan, olmaz bu iş. Yeşerebilir mi bir ağacın meyvesi dalı olmadan?
Mümkün değil.
Kutuplaşmalarımız, çoklu kimliklerimizden.
Kutuplaşmalar, bölünmelere alamet değil her zaman.
Kutuplaşmalar aslında birer taleptir toplumdan.
Topluma daha iyi kaynaşabilme çağrısıdır.
Bizle siz bir olup, biz olalım anlamı taşır bölünmeler.
Bakış, burada büyük önem taşır.
Kutup kelimesinin yanına hep zıt ön sıfatını koyar isen sen, zaten birlik oluşamaz. Halbuki kutup, halbuki zıtlık zaten birliktir.
Insanoğlu en küçük atom çekirdeğinde bile artı-eksi kutupların birliğini ispat edebilmişken, kutuplaşmanın birleşme olduğunu görememek dil bilgisinin bir ayıbır Türkçe’de.
Üzülerek belirtmek isterim ki, konuştuklarımız, okuduklarımız, şahit olduklarımız dolayısıyla; dilin birer sonucudur.
Kelimelerimiz, aslında niyetlerimizin önüne geçmektedir.
Dil bilgimiz artmadığı sürece, niyetlerimiz açık olmayacaktır.
Ya da, dilbigimize “entegre” olan kelimeler bizi ait olduğumuzu sandığımız bir düzen yanılsamasına düşürecektir.
Halbuki geçmişimiz (yüzyıllar boyunca aynı çarkın içinde yoğrulmuş kimliklerimiz) ancak ve ancak devam edebilirse, geleceğimize katkı sağlayacaktır.
Yani aslında geçmişin tek görevi, geleceğe ışık, ayna olmaktır.
Eğer bizler, geçmişimizden arınmayı tercih ettiysek bu bizim kabahatimizdir.
Geçmişten kopabiliriz yanılgısı ile kodlanmış gibi yaşıyoruz.
Geçmiş bir kara lekeymiş gibi, onu gömmeye uğraşıyoruz.
Olmayacak!
Geçmiş kara leke olsa dahi, geleceğin aydınlanması ancak ve ancak o lekeleri tanımaya bakar.
O kara (siyah değil) leke, o karanlık leke, sadece bulutları itebilirsek aydınlanır. Siyahı beyazlatmak çözüm olamaz.
Siyahın içinde beyaz olduğuna inanmayacak bir topluma, karanlık ve aydınlıktan da bahsetmek gerekir.
Siyah ve beyaz toplumlar için kullanılabilecek sıfatlar, renkler olmamalıdır.
Tarihinden bahsettiğimiz şeylerin rengi olamaz.
Renklerin etkileri barınır sadece geçmişte.
Çünkü renkler de, olaylar gibi anlıktır ve konuşmamız gereken esas konu; renkler ve olaylar değil, etkileridir her birimize.
Siyah ve beyaz, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, artı ve eksi, kapalı ve açık gibi kavramlar anı yansıtır. Dolayısıyla, bu statik sıfatlar belirli anlar dışında bir şeyler temsil edemez.
Süreçleri anlamamız gerekirken, anları tanımlayan bir dil altyapısına sahip olamamız çok üzücü.
Karanın ve siyahın, akın ve beyazın farklılığını anlamamız şarttır.
Bunlara aynı muameleyi yapmak, kendi benliğimizi aşağılamamız ötesine gidemez.
Bol bol sıfata ihtiyacımız var.
Fazlaca, hal anlatan kelime ihtiyacımız var.
İyi ya da kötü olmaz bir insan. "Eh işte" dışında tanımlar lazım bol bol.
Ünlem bir toplumda fazlaysa, o toplum paranoyak olmasın sakın?
Adalete ihtiyacımız var.
Toplum adli düzeninin hislere, hadi “duyu”lara, yönlere, anlamlara ihtiyacı var.
Yapacak bir işim yokken, evde tek başıma okuyorsam bir şeyler, bunun yüklem dışında anlama ihtiyacı var diyorum.
Anlamsızlaştırmışız eylemlerimizi bir düzene uymak için. Halbuki önceden raks etmeler varmış, aşk yapmalar varmış.
Nerede şimdi aşk? Nerede şimdi raks?