UYUTULANLAR, UYUMAYANLAR


Tanrı insanı yarattı. 
İnsan dünyayı, yaşamı tanımaya başladı. 
Seneler, asırlar, milenyumlar geçti, 2010'a geldi.  
6 milyar oldu Ademoğlu; havada, karada, denizde, galakside ilerlemeyi öğrendi. 
Devrimler yaptı, sistemler geliştirdi, ilimde, teknolojide, sosyal bilimlerde kimsenin önceden tahmin edemeyeceği yerlere geldi. 
Şarkı söyledi, şiir yazdı, resim yaptı, dans etti, oyun oynadı. 
İmparatorluklar kurdu, devletler kurdu, çağlar atladı. 
Thales'i, Sokrat'ı, İbn-i Haldun'u, Shaw'ı, Gandi'yi, Akif'i doğurdu. 
Yetmedi, Tanrı onlara kendi içlerinden peygamberler lütfetti; İbrahim'i, Davud'u, Musa'yı, İsa'yı, Muhammed'i görevlendirdi. 
Ama insanoğlunu hiç bir zenginlik, gelişim, değişim hareketi değiştirmedi. 
Karakterliydi, sağlam durdu, Habil'le Kabil'de ne idiyse hala oydu. 
Yine elleri kanlı, yine kibirli, yine bencil, yine tanrıcılık oynuyordu. 
Başkaları önemsiz; kendi gibi düşünmeyene tahammülü yok.  Şahsi varlığı, kimliği için her kötülüğü yapabilir, sorumluluğu atmış üzerinden. 
Yeryüzünde 900 milyon insan aç, sadece son 10 yılda 2 milyon 325 bin çocuk savaşlarda öldü. 
Düşündükleri için hüküm giyen "suçlu" sayısında artış var. 
Dinleri, inanışları, kanaatleri ve bunları dışa vurumdan dolayı insanların birçok temel hakkını kısıtlayan kanunlar yürürlükte. 
Sadece damarlarında dolaşan kandan dolayı katliama uğrayanların sayısı yüz milyonları aştı. 
Kültürleri, yaşam tarzları, sosyal ilişkileri, örf ve adetleri farklı olduğu için, asimilasyonla karşı karşıya olanlar mevcut... 
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, "Modern" zamanlarda ,"Gelişmiş", "Gelişmekte olan" ve "Geri kalmış" olmak üzere üç sınıf ülke varmış yeryüzünde. "Gelişmiş" ülkeler siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik gelişimlerini tamamlamışlar. "Gelişmiş" ülkelerin adına demokrasi dedikleri bir de "şey"leri varmış. Bu "şey" ile bulundukları her ortamda muhabbet açar, gururla bahsederlermiş. Ülkelerinde insanların refah seviyesi yüksek, herkes mutlu ve özgürmüş. "Gelişmekte olan" ülkeler ise var olan potansiyellerini biraz zorladıktan sonra, bu "şeyi" kendilerine ihraç edip gelişimlerini tamamlamaya çalışmışlar, "Gelişmiş" ülkeleri rol model almışlar, bir ağabey gibi benimsemişler, bağırlarına basmışlar. "Geri kalmış" ülkeler ise "gelişmiş" ülkelerle küs oldukları için hiç bir "şey"den haberdar olmamışlar. Oldukları gibi kalmışlar. Arada bir geçmişleriyle övünür, içlerinden çıkan "terörist" gruplarla uğraşırlarmış. "Gelişmiş" olan ülkelerin ihracat yönü çok kuvvetliymiş; dil, din, siyaset, teknoloji, kültür, silah her ne var ise ihraç ederlermiş, hem de hiç ayırım yapmadan her kesime. Bazen hammaddeleri bitince de demokrasileri ile hammaddeyi takas ederlermiş. "Gelişmekte olan" ülkeler bu ihracat ürünlerine oldukça rağbet edermiş, çünkü çoğu bedavaymış. "Geri kalmış" ülkeler ise küs olmalarına rağmen çaresizlikten silah isterlermiş, "teröristleri" adam etmek için. Ama "Gelişmiş" ülke adaletli olduğundan dayanamaz hem "Geri kalmış" a hem de "teröristlere”  silah verirmiş. Bazen "teröristin" kurşunu seker, "Gelişmiş" ülkelere denk gelirmiş, o zaman "Geri kalmış" a ve "terörist"e kızıp sorunu kendileri çözerlermiş. Sonra da " Bu 'teröristler' le ben baş edemiyorum, gelin beraber savaşalım" diyerek, "küreselleşmeyi" ortaya çıkarmışlar. Bunu birçok uluslararası yapılanma ile hayata geçirmişler.  "Gelişmiş" ülkeler maalesef doğuştan miyop ve astigmat imişler. Siyahların kıtası, Orta Doğu gibi biçare hallerine sebep oldukları ülkelerin coğrafyasını hiç göremezlermiş, arada kulaklarına onlar ile ilgili bilgi gelince ne kadar üzgün olduklarını açıklarlarmış. "Gelişmiş" ülkenin reklam ve pazarlama yeteneği çok kuvvetliymiş. "Gelişmekte olan" ülkelerin toplumlarına ve kendi toplumlarına "korku" hissini aşılar, alım güçlerini arttırırlarmış. "Geri kalmış" ülkeleri ve "terörist" gruplarını ise azdırarak korkuyu çoğaltırlarmış. Bazen "Gelişmekte olan" ve "Geri kalmış" ülkelerde etkili olamazlarmış. O zaman o ülkelerin insanları arasındaki eski problemleri onlara hatırlatır, birbirleriyle güreşmelerini sağlarlarmış. Ülkeler güreşte birbirini yenemeyip, yorulunca "Gelişmiş" ülkeler onları kanatları altına alır, ağabeylik yaparlarmış. Buda etkili olmayınca, kaleyi içten fethederlermiş. Önce o ülkelerin basın ve yayın organlarını kendi saflarına çekerlermiş, sonra askeri güçlerini, bürokratlarını, yargı kurumlarını, kamu kurumlarını derken siyasilerin birçoğunu. Ülke içinde her yerde hatırı geçermiş. Sonra bu hatırı kullanarak, bütün kültür, gelenek, güven, birliktelik, teamül ne varsa hepsini değiştirmeye ve kendi "modern" yapılarını inşa etmeye başlarlarmış. Arada bir tren raydan çıkınca bir "darbe" ile treni rayına oturturlarmış. İnsanlar değişmeye, sürekli bir koşuşturmanın içinde yeni hayata alışmaya başlamışlar. Kimi zengin olmuş, kimi fakir, ama hiç biri başını kaldırıp etrafına bakamaz olmuş, yorgunluktan hepsinin başları önde imiş. Bu değişim ve koşuşturma yüzünden yeryüzündeki her olaydan bihaber olmuşlar, içlerinde hep bir mutsuzluk, boşluk varmış. Kendilerine konduramadıkları bir nevi kölelik sendromu yerleşmiş. Ülkeleri mutsuzluğa iten bu "modern" yapı daha sonra ülke insanları için kurtuluş yolu olarak algılanmaya başlanmış. Birçok ülke "modernleşirken" , dünyanın başka yerlerinde başka insanlar ölümle, sefaletle, açlıkla cezalandırılmışlar. "Modern" yapıya tam olarak ulaşamadıkları için hiçbir şeye benzeyemeyeceklerine karar vermişler.
The End 
Masaldan çıkarılacak ders: "Eski kıyafetlerinizi atıp, kendinize yakışmayan, abes duran başkalarında gördüğünüz kıyafetlerin, hangisini giymeniz gerektiği mücadelesini verip birbirinizle savaşmak yerine, beraberce size uyan kıyafeti dikmeye çalışırsanız, "bir şeye" o zaman benzemeye başlarsınız.


Yazar:DEMİR KÖŞE