Çoğul “Kadınlık” Bozukluğu


Bundan çok uzun zaman önce, bu dünyaya Havva olarak geldi. Güzeldi yaradılıştan. Yuvarlaktı. Teni yumuşaktı. Narindi. Parladı Adem’in yanında, en az bir elma kadar aldı yanakları. Alımına ise diyecek yoktu. Etrafına baktı; ağaçlar ve Adem’den başkası yoktu. Adem’e baktı; onun tam zıttı. Tatlı bir zıtlık… Tadına bakmayacaksaklarsa ne yapacaklardı? İşte her şey bu soruyla başladı.


Böylece Havva, hiç bitmeyecek bir arayışın içine itildi, beyninin keskin falezlerinden. Büyük bir adımla atladığından, cevap bulma hırsı da bununla doğru orantılı olarak büyüdü. Önceleri mağaralarla sınırlı olan hayatı, zaman içinde yaylalara, dağlara, köylere ve şehirlere taştı. Gittikçe genişleyen, ama aynı anda da hapse dönüşen dünyada, kendine bir yer edinmek zorundaydı; bir ülke… Türkiye’yi seçti kaderi. Gözlerini Van’da bir köyde, ebesiyle beraber açtı. Fakir bir ailenin 3. kızı olarak doğdu. Zaten çok da istenmeyen, bu olağanca pembeliğiyle gözlerinden yaş akıtmadan ağlayan küçük varlık, büyüyüp serpildiğinde iyiden iyiye istenmez oldu evde. Varlığa bir isim konmalıydı, kadın dendi. Ayşe kadın. 12 yaşına gelmiş olan Ayşe kadın(!), artık bu eve, bu cüzdana hatta kendine bile fazlaydı. Birinin kadını olmalıydı. Tek başına kalırsa, aman allahım, ezilirdi o. Üstüne basarlardı papatyavari küçüğün. Küçük mü? Kadındı o. Bu role uygun davranmalıydı. Kocasına hizmet etmeli, söz dinlemeli, kanayan yarasını görmezden gelmeliydi. Öyle de yaptı. 13 yaşında anne oldu. Erkenden elinden alınan gençliği, onu hiç affetmedi. Azap içinde, kan içinde öldü. Kabullenme ve kendinden nefret etme hissi toprağa gömülmedi ama. Yıllardır, nesilden nesile miras kaldı.

Bunun üzerine Havva, “Ee ne anladık bu işten? Cevap bu olamaz. Bu kadar acı olamaz. Bu kadar kolay olamaz.” Diyerek başka şehirlerin yolunu tuttu.  Bu kez İstanbul’da özel bir hastanede, buram buram sterilize oda kokusuyla açtı gözlerini. Adı Ceren oldu. Her şey nezihti. “Biricik” bir ailenin biricik kızıydı. Her zaman istediğini aldı, aldırdı. Uzun süre çocuk kalmayı seçti. Bedeni ısrarla erkenden kadınlığa geçse de, karakteri çocuk kalmanın sorumsuzluğuyla mutlu olduğunu sandı. Her anı dengesiz, her anı zor geçti. Bir türlü bulamadı ne istediğini. Her şey çok serbestti namus çerçevesi içinde. Gel gör ki bu çerçeve saydamdı ve çok sertti. Ne zaman özgürce davrandığını düşünse, insanlar ona o saydam çerçeveden gözlerini dikip bakarak onu cezalandırdı. Ok gibi saplandı kafa karışıklığı kalbine, beynine. Evlense miydi? I-ıh. Çekemezdi şimdiden. Okuyordu okumasına da, düzen ona çok geliyordu. Düzen için de erkendi daha. En iyisi o anda ne istiyorsa onu yapsındı. Öyle yaptı, geriye baktı, bu dünyaya neyi miras bıraktığını görmek için; gördükleri, tatminsizlik ve bir tane de kız çocuğu oldu.
Havva bu tatminsizlik içinde tatmin edici cevapları bulamadığından, bu küçük kız çocuğunda kendini bulmaya karar verdi. Yorgundu artık. Adı Azade oldu. Her zaman tatminsizlikten azad edilmeyi bekleyen anne, bu ismi uygun gördü ona. Annesinden nefret ederek büyüdü. Aşık oldu. Muhafazakar bir ailenin “koruyucu” oğluna. Korunma isteğiydi onu cezbeden. Annesi Ceren Hanım gibi “korunmamış” mutsuz ve tatminsiz olacağına, kapalı kutuda mutlu olurdu daha iyi. İstanbul’un en izole semtlerinden birinde; Fatih’te bir evde yaşamayı seçti aşık olduğu adamla. Adam öyle istedi. Tehlikelerden korumak için onu. Panjurları bile açtırmadı evlilikleri boyunca, korumak için onu. Gözlerini bile kırpırtmadı ona, korumak için onu. Ve o, inandı adama. Korunmak için. Mutlu değilse de öyle sandı kendini. Bu yaşam standartı onun normaliydi. Diğer kadınların hali neydi öyle? Ne kadar da savruklardı. Ama yok. Olmadı dedi. Böyle de olmadı işte.
Havva, kadına bayan denen ülkede umduğunun bulamamanın tatsızlığıyla başka yerlere doğru yola çıkmaya hazırlanıyor şimdi. Cevabı biraz da başkalıklarda arayacak…

-Mekan için, ikiyüzlülüğe, tabulara, fişlenmeye, düz mantığa ve modernleştirilmiş eski kafalılığa teşekkür ederiz(!)

Yazar: Yağmur Solakoğlu