SEVMEYİ BİLMEDEN, SEVMEYENİ SEVMEMEKTEKİ MANTIK HATASI..

              Bir çok kez nakavt olma noktasına gelmiş fakat yine ayaklanmayı başarmış bir ülke.. Yüzü gözü yaralı ve kan içinde, gözleri mosmor ve patlak, parmakları kırık, bacakları çürük bir halde ama yine de bir sonraki raunda hazır bir Türkiye…

              Cezaevleri zulüm etmek için, oteller içindeki aydınlar yakılmak için, gazete binaları bombalanmak için, meydanlar ise yağmalanmak için hedef oldu kimi zaman. Her seferinde de bir suçlu arandı, en nihayetinde de biri suçlandı, yargılandı, hüküm giydirildi veya öldürüldü.

              Peki bunca suçlu içeri tıkıldı, “etkisiz hale” getirildi de, hala nasıl oluyor da engeller yolun öbür tarafını görmemizi engelleyecek biçimde karşımızda? Nasıl oluyor da hala tarih kitaplarında Osmanlı döneminde okuduğumuz meselelere günümüz Türkiye’sinde şahit oluyoruz.

              Çünkü her seferinde üzerine bir örtü çekiyoruz olanların üzerine. Paspasla itekliyoruz yaşanan ayıpları bir kenara, öylece de bırakıyoruz bir kenarda bütün mikroplu tohumları. Yarayı tedavi etmek yerine her seferinde onunla uğraşıp, bir yerlerinden çekiştirip koparıveriyoruz ve tekrardan kanatıyoruz.

           Çünkü zannediyoruz ki nasıl olsa yine her şey bir şekilde toparlanır. Bir anda sihirli bir değnek değer nasıl olsa, her şey süpürülür, temizlenir, kurulanır, durulanır. Nasıl olsa günün birinde birisi bizim yerimize tertemiz, pırıl pırıl hale getirir sokakları. Çünkü diyorduk ki, dört mevsimi dolu dolu yaşayan bu topraklarda nasıl olsa güneş her dönümünde bir daha açar.

          Ama maalesef ne bugüne kadar böyle oldu, ne de bundan sonra böyle olacak. Çözümün tembellikten, kahve köşelerinde “siyaset meydancılık” oynayanların dahiyane(!) fikirlerinden çıkmasını beklersek, işimiz zor. Bugün “mesele” diye başımıza kakılan Kürt toplumu bile yavaş yavaş bu işin topla tüfekle, cahil cesaretiyle değil de, eğitim-öğretimli pırıl pırıl gençlerle ve legal siyasetle çözüleceğine kanaat getirdiyse, toplum olarak uyanmanın ve bir şeyleri yeniden yapılandırabilmek için öğrenmenin zamanıdır.

               Çünkü anlaşıldı ki bu millet, 10 yıl evvel sürgüne gönderilenlerin kliplerini yayınlayarak, tartışma programlarında onun anısına “özür” niteliğinde programlar yaparak kandırılamaz. Anlaşıldı ki zamanında 500 kişilik oteldeki parmak sayısını geçmeyen aydınları parçalamak için kapısına dayanan 5000 kişinin arkasında duranların, daha sonra “Adam haklı beyler” yargısına varmasına kimse artık tahammül edemez. Ve yine anlaşıldı ki her olayda karşımıza başka bir ifadeyle çıkan aynı suratların, bu ülkede barınıp toplumu küçücük bir ekranın içinden yönlendirmesi kabul edilemez.

             Peki ne yapılmalı? İzlemeyelim mi televizyonları? Yok mu sayalım geçen haberleri? Özür dilemeyelim mi toplum olarak ayıp ettiklerimizden?

             Tabii ki özür de dilenecek, ayaklarına da kapanılacak bu insanların. Her kime yapıldıysa saygısızlık, her kim ezildiyse, hor görüldüyse, geçilecek karşılarına tek tek af dilenecek onlardan. Ama böyle değil! Bu şekilde, bu biçimde değil! Çünkü küçükken balonunu patlatıp “Yarın yenisini alırız” diye kandırdığımız o çocuk büyüdü, artık her şeyin farkında. O çocuk artık sayılmak istiyor, geçmişte olanları da bir kenara çekmeye hazır bir şekilde, “şekilden ibaret” olmayan bir özür bekliyor, yanındaki yapıcı fikirlerle birlikte. Buna hazır olduğumuz zaman, başımızı öne eğmeyi öğrendiğimiz, bazı şeyleri detaylıca öğrendiğimiz ve ortak bir eğitim seviyesine yaklaştığımız zaman, bir sonraki raunda yara bere içinde değil de, altın kemeri almak için yapılı ve güçlü bir şekilde çıkarız.

Yazar: SERBEST KÖŞE