Ankara Sanayi Odası yaklaşık bir buçuk ay önce işsizlikle ilgili bir rapor hazırladı. ‘‘Rapora göre’’ genelde işsizlik oranı %11.4, genç çalışabilir nüfustaki işsizlik oranı ise %20. Üniversite okumuş, büyük adam olması beklenen kesimin %29’u üretim-tüketim döngüsüne direkt olarak dahil değil. Yani harcıyorlar ama kazanamıyorlar. 1960 Paris Sözleşmesi’nin sekreteryasını yürütmek adına kurulan OECD (Organization for Economic Co-Operation and Development) verilerine baktığımızda -şahsen güvenmem ama karşılaştırma olur- Türkiye’deki işsizliğin azalacağına dair
bir umut ışığı göremiyoruz. Öngörülerine göre, ülke nüfusu artarken işsizlik oranı da artmaya devam edecek. Hem toplam nüfus artışı hem de oranın artışı işsiz sayısını 20 yıl içerisinde ikiye katlayacak gibi bir önermeleri olduğunu söyleyebiliriz. Ucuz kalkınamama edebiyatı yapmak değil burada amaç; sadece birkaç önbilgi vermek. Ha, bu arada ülkenin birinde başbakanın biri bu üniversiteli işsizlerle ilgili bir soruya ‘‘Olsun da üniversiteli işsiz olsun,’’ diye bir cevap vermiş. İletişim pazarında uzun zamandır bir stajyer sömürüsü ve işsiz mezunlar sorunu mevcut. Bunun çözümlemelerini birçok insan yaptı, tekrar tekrar anlamlar çıkarmaya çalışmak saçmalık olur. Beyaz yakalı işsiz oranındaki artışı düşünelim mesela. Biraz çabayla onu da bu fotoğrafın bir tarafına sıkıştırabiliriz fikir işçilerinin genel olarak mavi yakalı gibi algılanmamasıyla beraber. Tüm istatistiksel analizleri bir kenara bırakalım. Peki, şu an ne durumdayız? Şey, bu arada Basın İlan Kurumu var. İki tane yalandan teknik düzenleme yapmışlar çalışma süreleri ve işe kabul koşullarıyla ilgili; bu düzenlemelerin iletişim mezunlarının işsizlik sorununa çözüm getireceği şakasını yapıyorlar. Ne şakacı milletiz biz de!
İnternetle birlikte gazetecilik yeni bir alana taşındı. Zekasız kimseler ‘‘İnternet geldi, gazetecilik ölüyor!’’ çığlıkları atmaya başladılar. Elbette gazetecilik gibi medeniyet tarihinin en eski mesleklerinden biri ölmeyecek. Sadece değişimin bir parçası olup ona ayak uydurmak zorunda. Ama internetin getirdiği konformizm o tarafta da kendine yer buluyor bir şekilde. Alan belli anlamlarda biraz daha küçülüyor olabilir. Basılan gazete sayıları azaldığından orada bir küçülme yaşanacaktır elbette.
Ben Türkiye özelinde gazeteciliğin bir şekilde öldüğünü, belki de hiçbir zaman gerçek anlamda yaşamamış olduğu görüşüne katılıyorum. Gazeteciliğin has tarafı olan muhabirlik bizde es geçilmiş bir şey. Şu an sokağa çıkıp insanlardan beş tane gazeteci ismi saymalarını istesek, birçoğu köşe yazarlarının ya da haber sunucularının ismini verecektir. Bu konuda bu ismi verilen kesimin payı da büyük. Çünkü yazılarının ya da sunumlarının çoğunda gazeteci olduklarına referans vermeye çalışıyorlar. İnsanlar da bu referansları bir şekilde onaylıyorlar.
Genel olarak muhabirlik ölüyor. Polis muhabirleri kolay kolay ölmeyecek gibi. Bu kesime de ne kadar muhabir denilebilir bilemiyorum. Sonuçta yapılan iş telsiz dinleyip nerede olay olmuşsa oraya gitmek. Haberin peşinde ve içinde olmak anlayışıma pek uyduğunu söylemem. Ölmeyeceği şimdilik belli olan bir diğer kesim de başkent muhabirleri. Bütün bültenlerde, onların içinde olduğu bir haber kesinlikle bulunmakta. Televizyonda ana haber bültenlerinde illa ki Ankara’ya bağlanılacak. Bunun da nedenini anlamak zor. Herhalde biri oradan bildirince haber çok daha gerçek oluyor…
Basılı medyada işler epey sıkıntılı. Katılımlı gözlerim ve başkalarının gözlemlerini birleştirdikten sonra edindiğim izlenim pek de hoş değil. Artık haberler tamamen masa başında yapılıyor. ‘‘Gazetecileri fanusun içinden çıkarın!’’ söylemini belki hatırlarsınız. Çok da yerinde bir istekmiş bu. Birçok ‘‘muhabirin’’ tek yaptığı şey internet üzerinden belli ajansları ve son dakika haber sitelerini takip edip birkaç küçük değişiklik yaparak kendi servisinin haberiymiş gibi erişime açmak. Bir gazeteci, yazdığı haberin altına imzasını atmayıp bulunduğu servisin adına veriyorsa orada büyük ihtimalle bir şeyler dönmüştür.
Peki bizim gazetecimiz bu durumdan memnun mu? Hepsine teker teker sorma şansımız olmadığı için kesin bir şey söylemek güç. Ancak şevkle muhabir olmuş bir kimsenin zamanının büyük bir kısmını çeviri yaparak, ajans okuyarak geçirmekten memnun olacağını pek sanmıyorum. Belli bir yerde elleri kolları bağlı çünkü iki sayfalık yeri olan bir bölümü iki-üç kişinin doldurması bekleniyor. Bunlardan bir tanesine de ekstra olarak editörlük sorumluluğu veriliyor. Al sana departman işte…
Haber diye önümüze konulması istenen şeyler hiç ilgimi çekmiyor. Ben Tayyeap – Camel söz düellesunu takip etmek istemiyorum. Zira ikisine karşı da bir his beslemiyorum. Benim için her gün otobüs beklediğim durağın bütün kaldırımı kaplaması ve yayaların sürekli araç yoluna inerek yürümeye devam etmek zorunda olması bütün bu meselelerden daha önemli. Geçtiğimiz hafta içinde, baba diye tabir edilen bir insanın on üç yaşındaki kızına bakire mi değil mi diye test etmek için o kızın annesinin önünde tecavüz etmesi benim için Wikileaks’ten daha mühim. Çünkü ne oldu da bu toplumdaki insanlar bu hale geldi merak ediyorum. Bu psikopatlığın altında yatan şeylerin tartışılması benim için çok daha gerekli. Çünkü buna benzer bir sürü olay yaşanıyor bu ülkede. Bunun pornografik öğeler yüklenmeden tartışılması ve önlemenin yollarının bulunması bence çok yüce bir çaba. Ama patron bunlardan bahsedilmesini istemiyor. Çünkü bunlardan bahsedilirse halk örgütlenebilir. Örgütlenmiş bir halk en büyük güçtür.
İşin ekonomi-politik kısmı bir kitap konusu elbette. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu üretim araçlarına sahip olan kesimin çıkar odakları, bizim (toplumun) çıkar odaklarıyla örtüşmüyor. Büyük çabalarla yazılan haberler, köşe yazıları, kitap eleştirileri, röportajlar sanki üzerlerinde hiç emek yokmuş gibi makaslanıyor. Bu makaslamalar bazen mevcut hikayenin gerçekliğini değiştirmeye yönelik olabiliyor. Yani bir iş için uğraşsanız dahi altına imza atmamanız için bir süre sebep var.
Dünyanın en saygı duyulası mesleklerinden biri olan muhabirlik, ülkemiz içinde rezil rüsva şekillere sokuldu. Şimdi iletişim fakültelerinde öğrenci olanlar, fakülteye girmeden önceki ideallerinin uygulanabilirliği konusunda büyük şüpheler içerisinde. Uygulanamayacağını anladılar da işte insan kolayca vazgeçmek istemiyor bir yandan. Bu şartlar altında ben büyüyünce nasıl gazeteci olabilirim? Yaptığım işi nasıl gazetecilik olarak adlandırabilirim? Ne yazık ki ben büyüyünce gazeteci olamayacağım. Olduğunu iddia edenlere de istemsiz olarak gülüyorum konuşmaya başlamadan önce.
Bir de son olarak İçişleri Bakanı, polis tarafından epey bir dövülen, bu dayak yüzünden karnındaki çocuğunu falan düşüren öğrencilerin o kadar da sert müdahaleye maruz kalmadıklarını, hatta çoğunun kendini yere attığını söylemiş. Hakem penaltıyı vermedi galiba?
Sen büyüyünce ne olacaksın bakayım?