AKP hükümeti; Türkiye’de daha önce hiç alışmadığımız bir şeklide, uzun zamandır tek başına iktidarda. Geçen her dönem; doğal olarak devletin belediyeler, kamu kurumları gibi organlarında AKP’nin hegemonyasını, güçlenerek sürdürmesini ve kök salmasını kolaylaştırıyor. Şüphesiz sosyolojik olarak kesinlikle takdir edilmesi gereken bir başarıdır bu. İktidara geldiği günden bu yana, özellikle cumhurbaşkanlığı makamının da, AKP ideolojisine sahip bir siyasetçi tarafından “hak edilmesinden” sonra AKP her konuda namağlup bir şekilde iktidarını sürdürüyor, perçinliyor.
Daha önce Türkiye’de görülmemiş olan bu başarının altında yatan etmenleri irdelemek sanırım diğer siyasi partilerin görevi olduğu kadar -ki onlar bu işi ne kadar ciddiye alıyorlar orası tartışılır- okuyan, haberdar olmaya çalışan insanların da görevidir. Görev yanlış bir tanım olsa da en azından bu tip insanlarda, üniversitelerde, basında büyük bir merak uyandırmalıdır. Bu noktaya nasıl gelindiğinin, sosyal, toplumsal, dini hatta etnik birçok sebebi olabilir. Ben; nacizane, bu yazımda bu başarıya farklı bir bakış açısı getirmeye çalışacağım ve bundan sonra yakın tarihimizdeki olaylara en azından daha şüpheci bir bakış açısıyla yaklaşmanızı umacağım.
Bir bakalım AKP, son dönemlerde hangi seçimlerde, hem de tam yıkılacak derken, alnının AKıyla, galip bir şekilde çıkıp, tüm Türkiye’yi kucaklayacağını bildiren konuşmalar yaptı? Son dönemde basında güç kaybettiğiyle ilgili iddialar ortaya atılmaya başlandığı anda AKP, ülke genelindeki Belediye seçimlerini, kendisi için hayati bir öneme sahip olan Referandumu kazandı ve şimdi sıra 2011’in Temmuz’unda yapılacak olan genel seçimlere geldi. Sonuncusu hariç, diğer belirttiğimiz maddelere bakarsak hepsinin bir ortak noktası olduğunu rahatça görebiliriz.
Belediye seçimlerinden önce çok güçlü bir kampanya ile meydanlara çıkan CHP, AKP’yi sallamak üzereyken, gündem bir anda değişmişti. Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bir anda hiçbir gerginlik ve sebep yokken, Dünya Ekonomi Forumu gibi, bir platformda, kendi ayarladığı bir tartışma anında, İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Perez’e karşı müthiş bir çıkış yaparak, İstanbul’a Fatih Sultan Tayyip olarak geri dönmüştü. Bu olay Türkiye basınında, Türkiye’nin artık dış ilişkilerde söz sahibi olan ciddi bir ülke konumunda olduğunun bir göstergesi niteliğindeydi. Aynı zamanda, deyim yerindeyse siyasal platformda atılmış bir ‘gol’ olarak görüldü. Medyanın ve çeşitli yazarların da gazıyla, Türk halkı belediye seçimlerinde, hep AKP hanesine bastı evet oyunu…
Gelelim bir sonraki seçim sürecine; Referanduma. CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu arkasına muhteşem bir rüzgar alarak seçime giriyordu, basında hep birinci haber konumundaydı. AKP sarsılmak üzereydi ,dengeler değişiyordu. AKP ise referanduma çok büyük bir önem veriyordu. Öyle ki, daha önce siyaset arenasında apaçık bir şekilde “topa girmeyen” Fethullah Hoca bile, okyanus ötesinden halka evet oyu vermesi için çağrıda bulundu, Kürt halkının temsilcileri ile gizli pazarlıklar, görüşmeler yapıldı, bunlara ek olarak çok net bir şekilde hatırlayacağınız gibi o talihsiz Mavi Marmara olayı yaşandı. Burada olayın detaylarına, haklılık veya haksızlığına girmeden, olayı hükümet boyutuyla ele alırsak hatırlayacağımız detaylar şunlardır: Olayın yaşamasından tam 1 gün önce Sayın başbakan, bu konvoyun devletle bir ilgisi olmadığını, sivil halk örgütlenmesi olduğunu belirtip, oraya giden insanlara hiçbir şekilde bir güvence veya koruma sağlamadığını apaçık bir şekilde belirtti. Bu tehlikeli maceraya atılan kendi vatandaşlarını uyarmak zahmetine bile katlanmadı. Öyle ki; İsrail devletinin yaptığı açıklamalara göre, İsrail bu geminin gelmesi, hatta kendi kara sularına girmesi halinde güç kullanacağını hem resmi yolla hem de basın yoluyla bildirmişti. Ne gariptir ki, bu korkunç olaydan sonra, geminin bir anda Türkiye sorumluluğunda olmayacak şekilde Komor bandıralı olduğu ve bu sebeple iki ülke arasında oluşması muhtemel daha büyük bir krizin, zaten gemi oraya gitmeden önce tesadüfi bir şekilde imkansız kılındığını öğrendik. Daha sonra, bildiğimiz gibi, Başbakanımız yaptığı konuşmalarla İsrail devletine haddini bildirdi. Bu arada iki ülke arasındaki anlaşmalar tam gaz devam etti ama o kadar edilmiş laf, kalbi kırılmış İsrail devleti yöneticileri varken antlaşmaların iptaline gerek yoktu tabii. Gerekenler söylenmişti, söylenenlerin eyleme geçirilmesinin bir anlamı yoktu!
Bu olayın üzerine Sayın Başbakanımız, Ortadoğu’da barışı sağlayabilecek tek liderin kendisi olduğunu ve Türkiye’nin mutlak bir söz hakkı olduğunu defalarca tekrarlamasına rağmen ne gariptir ki, İsrail ile Filistin arasındaki barış görüşmeleri sürecine Türkiye hiçbir şekilde dahil edilmemiş, Amerika’da bu iki ülke başka ülkelerin arabuluculuğuyla toplanmıştı. Tabii bu gerçeklerin hiçbir önemi yoktu, Türk medyasından kimse bu konuyu dile bile getirmemişti. Ama zaten bir gereği de yoktu. Biz söylemlerimizle ortalığı yıkmış, siyasi arenada çoktan tarihi bir zafer kazanmış, yeni bir “gol”ü daha kalelere atmıştık bile.
Günümüze gelirsek, genel seçimlere 7 aylık bir süremiz var. Daha şimdiden İsrail özür dileyip tazminat ödeyecek mi? tartışmaları gündeme gelmeye başladı. İsrail hükümetinde az da olsa, özür dilemek yerine, ölenler için üzüntü duyduklarını belirten bir açıklama yapılması gerekliliği dillere dolanmaya başladı. Bütün bu olaylara bakılacak olursa, görünen odur ki, İsrail’e karşı kazanılacak olan “büyük bir diplomatik zafer” daha yoldadır. Muhtemelen, yarım ağızla dile getirilmiş bir üzüntü belirtisi, Türkiye’de İsrail’in dize getirildiği yorumlarına neden olacak ve AKP bu seçime de mutlak bir İsrail zaferiyle, atılmış bir diplomatik ‘golle’ girecektir.
Bu tamamen benim nacizane bir tespitimdir. Gerçekleşmeyebilir de, ama gerçekleşme ihtimali çok yüksektir. Zamanla hep birlikte bu süreci yaşayıp göreceğiz. Genel olarak demeye çalıştığım, her konuda bu kadar çalışkan olan bir hükümetin başarısını bir tek etmene bağlamak olmasa da, bunun göz ardı edilmesini engellemeye çalışmaktır. Bütün bunları düşününce, İsrail ; Türkiye’nin düşmanı mıdır? Veya soruyu başka bir şekilde soralım: İsrail, bu hükümetin düşmanı mıdır, yoksa dostu mu? Sıkışan her seçim ortamında, can simidi gibi sarılınılan İsrail devleti, bu gerginliklere neden izin veriyor, bunu engellemeye gücü yok mu? Bunca gerginliğe rağmen, süren antlaşmalar bize bu iki devletin ilişkileri hakkında bir fikir vermeye yetmiyor mu? Dahası, her olayda medyanın üslubuyla attığı diplomatik goller yeni yeni antlaşmalarla kimin kalesine giriyor?