Geçen hafta ülke gündemini, polislerin öğrencilere uyguladığı orantısız güç meşgul etmişti. Ülkemizde polisin vatandaşlara karşı tutumu hep tartışılan bir konuydu. Kimileri polisin görevini yerine getirmek için ne gerekiyorsa yapması gerektiğini, kimileri ise vatandaşlara karşı uygulanan şiddetin yanlışlığını savunuyordu.
Peki polis ile vatandaşın ilişkisi, bir tek bizim ülkemizde mi sorgulanıyor? Diğer ülkelerde çıkan olaylar nasıl bastırılıyor?
Geçtiğimiz hafta, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, İngiltere’de de öğrencilerin protestosu vardı. Büyük bir kalabalığın katıldığı protestoda İngiltere polisi, vatandaşlarına nasıl davrandı?
The Guardian Gazetesi muhabiri Jody Mcintyre, çıkan olayları yerinde yaşayanlardandı. Aşağıda okuyacağınız, Jody Mcintyre’nin olay gününü anlatan bir yazıdır. Kendisi tarafından kaleme alınmış olan bu yazı, Jody Mcintyre’den izin alınarak yayınlanmıştır.
Dün Parlamento Meydanı’na vardığımda, olayların tam da aksinin gerçekleştiğini gördüm. Meydanı dolduran binlerce öğrencinin düşüncelerini sonuna kadar savunduklarını görmek güzeldi. Öğrenciler, politikacılarımızın, sokağın karşısında kozalanmış gibi oturup yapılması gerekenleri hayata geçirmemelerinin, insanların moralini bozduğunu düşünüyor, bunu haykırmaya çalışıyorlardı. Ama gelin görün ki, hükümeti, etrafta dolanıp topuk çürütmekle düşüremezsiniz…
Karamsarlığımın geçmesinden çok kısa bir süre önceydi: İnsanlar Parlamento Meydanı’nın sonuna doğru koşmaya başladılar ve biz de onları takip ettik. Kalabalığın önüne geçtiğimizde, polislerin şiddet kullanmaktan başka çareleri kalmadığını gördük. Tabii ki, hükümeti korumak polisin işiydi. O yüzden bu, kimse için sürpriz sayılmazdı. Geçen 30 Kasım günü binlerce öğrencinin Londra merkezinde yaptığı izinsiz ve şiddetten muaf yürüyüşüne karşılık, yapılanların tekrardan gerçekleşmesi, hükümet için çok büyük tehdit oluştururdu. Peki, bu tehditle nasıl mücadele ettiler? İşte bu, son derece retorik bir soru. Tabii ki bizlere saldırarak…
Ön tarafa yaklaştığımız anda, coplar havada uçuşmaya başladı. Bir tanesi sol omzuma kurşun gibi çarparak keskin bir acı bıraktı. Omzumdan kollarıma doğru ağrı, yavaş yavaş ilerliyordu. Diğerleri de kafa patlatıyorlardı. Çocuklar, kadınlar ve erkeklerin hepsine zalimce davranıyorlardı. Daha sonra atlar geldi, insanları kolayca öldürebilen ve pahalı olmayan atlar... Ve biz yerimizi aldık.
Bir anda, dört tane polis beni omuzlarımdan kavradı ve tekerlekli sandalyemden beni kaldırdılar. Arkadaşlarım ve küçük kardeşim beni geri çekebilmek için uğraştılar. Ama coplar buna elvermedi. Dövülerek uzaklaştırıldılar. Polisler beni oradan götürdüler. Yaklaşık beş dakika sonra, küçük kardeşim de itiliyordu, tekerlekli sandalye hala ellerindeydi.
Yaklaşık 200 kişilik bir kalabalık, polisin belirlediği çizgilerin diğer tarafında toplandılar. Dönüp, farklı yönlere doğru yürümeye, koşmaya başladık. Moraller hala çok yüksekti, hükümetin öfkesiyle dans edercesine. Eğitim departmanının önünden geçerken yumruklar havada uçuşuyordu.
Sonunda, kendimizi tekrardan Parlamento Meydanı’nda bulduk; bu sefer de rezil Millbank tarafından yaklaşıyorduk. Çevik kuvvet ekibi yolumuzu kapatmak için geldi, ama bu sefer kuvvetten acizdiler. Atlı polisler tam arkalarındaydı; hücuma hazır bir şekilde.
Ben ve Finlay, bir şekilde polis şeridine karışmayı başardık. Bir anda kendimizi, kalabalığı bir sünger gibi sıkmak için hazır bekleyen çevik kuvvetin ve saldırıya hazır atlı polislerin ortasında bulduk. Polisle yüzyüze gelebilmek için tekerlekli sandalyemde döndüm. Atlı bir polis bir anda haykırdı: “Yolumdan çekil!” Ben de kafamı salladım.
Daha önceki olaylardan şiddete aşina olan bir polisi gözümle hapsettim. O da beni hemen tanıdı. Şiddetten güç alan kayıtsızlığıyla, memur KF936 bana doğru gelmeye başladı. Tekerlekli sandalyemi hafifçe köşeye doğru iteleyerek beni betona doğru sürükledi ve daha sonra kollarımı tutarak beni yolun ortasında sürükledi. 200 kişilik kalabalık koşup, polisin etrafını sardı. Kalktım, ve atların önünde oturdum. Aynı kayıtsızlıkla…
Sabaha karşı 5’te eve vardığımda, çok yorulmuştum. Yine de düşünmeme engel olamayan yorgunluğumla, kafamdan şunu geçirdim: Ben gerçek kurban değildim. Dünün gerçek kurbanları, polis tarafından coplanıp kanlarla yıkanan ve hastanelerin acil servislerine, damardaki kan kadar aceleyle koşturanlardı. Tıpkı, 20 yaşındaki öğrenci Alfie Meadows gibi…
Değişikliğe ihtiyacımız var; ve buna hemen, şimdi ihtiyacımız var! Yoksa damardaki kan “boşa” akmaya devam edecek…