Üniversitelerde bir ruh dolaşıyor: Özgürlüğün, barışın, toplumsal adaletin, direnişin ruhu. Bu ruh; darbelerle, polis coplarıyla, örgütlü faşizmle ve sayısız cinayetler ile defalarca yok edilmek istendi. Devletin yegâne uğraş alanlarından biri, bu ruhun bir daha hiç doğmamak üzere ruhlar âlemine geri gönderilmesi oluyor. Buna rağmen, özgürlüğün ruhu halen tüm benliğimizde yeniden doğacağı gün için geri sayım yapıyor.
12 Eylül Darbesi’nin Türkiye’ye getirdiği onca acının yanında, hiç kuşku yok ki, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) adı altındaki rezalet, belki de bu rejimin devam etmesini sağlayan en güçlü ideolojik aygıt olma görevine devam ediyor: Kendisine göre bir gençlik, kendi ihtiyaçlarına yönelik hareket eden bir kitle ve bu kitle aracılığıyla devamlılığını sürdüren bir rejim...
İnsanların tek tipleştirilmesinin de ötesinde, kendisine yarattığı ötekiler ile kendi sürekliliğini sağlayan ve daima “tetikte bekleyen düşmanlara karşı” hazır olma halini vurgulayan bir rejim… Çoğu insanın, bilinçsiz bir şekilde bu durumu içselleştirmesini de sağlayan garip bir kurum. Bir yandan baktığımızda da bu konuda gayet başarılı olduklarını söylememiz gerekiyor.
Silahlarla, topla, tüfekle, tankla en fazla yapabileceğiniz şey; yıkmak, öldürmek, korkutmak olur. Bir korku rejimini devam ettirmeniz için ise bundan çok daha fazlasına ihtiyacınız vardır. İnsanların, korkularını kitleselleştirmeleri gerekir. O korkuları içselleştirmeleri gerekir. Bu sayede, sisteme çomak sokabilecek, sistemin içerisinde belirebilecek her arızaya karşı insanlar “korku” içerisinde yaklaşmalı ki, sistemin devamlılığı bizzat insanlar aracılığıyla yürütülsün.
Her sene araştırmalar sonucu “Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi”nden biri olmak için Türkiye’deki üniversitelerin nasıl birbirlerine çamur attıklarını ve kendilerini yücelttiklerini görebilirsiniz. En iyi 500 üniversiteden biri olmak, büyük teknoparklar açmak, kapsamlı ar-ge çalışmalarına destek olmak, uzaktan eğitim sistemleri geliştirmek, kariyer için ilk basamak olmak gibi özelliklere sahip olmak… Bu liste uzar gider. Hiçbir yerde “öğrencilerin söz sahibi olmasını” destekleyen ve bunun için mücadele eden bir üniversite göremezsiniz. Üniversiteler, “yüksek lise” olma çabası içerisinde kariyer öncesi son rötuşların ya da daha sert konuşacak olursak “oduna son şekillerin” verildiği birer kurum olma özelliğindedir. Bu özellik rektörlerin ağzından çıkan her cümlede de kendisini gösterir.
Üniversite öğrencisi okula ne kadar az gidiyorsa, sistem bundan o kadar memnun kalır. Üniversite hocalarının da çoğu, sistemin verdiği bu görevi üstlenmeyi memnuniyetle kabul ederler. Birbirleri arasında garip bir temel üzerinde şekillenen “başarı” yarışına girerler. Kuşku yok ki, bu başarı sizin bizim anladığımız türden bir başarı değil. Ellerine verilen “iktisat” kitabı aracılığıyla bizlere neo-klasik iktisadın mükemmelliğini(!) formüller, karmaşık sayılar, kafa şişiren dersler aracılığıyla anlatırlar. Alternatif mi? Üniversitede öyle bir alternatif yok, inşa etmek için ise olanak yok.
Üniversiteler, tek tipleştirme görevlerini yıllardır yapıyorlar. Belki de onları liselerden ayırarak bir yüksek lise kıvamına getiren tek fark “kurallar dâhilinde” izin verilen kıyafet özgürlüğü oluyor ya da bahçede sigara içmek. Oysa sisteme çomak sokacak şekilde eğer, başörtüsü takarsanız, Kürt, Ermeni, Yahudi, Rum, vs kimliğiniz ile üniversitede yaşamaya çalışırsanız, eşcinsel kimliğinizi çekinmeden yaşarsanız, Kemalizmin ya da depolitikliğin ötesinde bir ideolojiye sahip olursanız üniversitede özgürce yaşama yollarınız tıkanacak demektir.
Son günlerde üniversitelerde dolaşan özgürlük ruhu kendisini iyiden iyiye sisteme karşı örgütlemeye ve hissettirmeye başladı. “Üniversitelere Özgürlük İstiyoruz İnsiyatifi” tarafından 25 Aralık’ta gerçekleştirilen yürüyüşte, özgürlük isteyen üniversitelilerin nasıl bir özgürlük talep ettiklerini bir kez daha tüm benliğimde hissetme imkânı buldum. Hayallerimiz, gerçeklerimize çok da uzak değil.
Anadilde eğitim hakkını istemek için, Kürt öğrencilerin üzerlerindeki baskıya karşı çıkmak için, her ne sebeple olursa olsun başörtülü genç kadınların ayrımcılığa uğramaması, kadına yönelik ayrımcılığı teşvik eden eğitim sisteminin değişmesi için, üniversitelerdeki nefret söyleminin yok edilmesi için, askeri darbe ürünü YÖK ile yönetilen bir üniversite istenmediği için bir araya gelen üniversiteliler 12 Eylül rejiminin korkulu rüyası olan “özgürlük ruhunu” üniversitelere yeniden getireceklerdir.
Kapıları ardında, polisi ve özel güvenlikleriyle, kamera sistemleri ve ajanları ile hapishaneleri andıran üniversitelerden, postal izlerinin silinmesi çok yakındır; çünkü bizler, özgürlük istiyoruz.