WELCOME TO BANANA REPUBLİC!

1.   Büyük Önder Atatürk'ün Türk ulusuna armağan ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti; halk egemenliğine dayalı, kuruluş felsefesinin temelinde, "Üniter devlet" ve "Ulus devlet" olgusunun yer aldığı, demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller üzerinde yükselerek bugünlere ulaşmıştır.


1960 ve 1980 yıllarında TSK yönetime el koyduğu zaman halk egemenliği, halk iradesi neden hiçe sayıldı? Yassıada Duruşmaları, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, cuntaya sağlanan dokunulmazlık, örtülü ödenekler hukuksal değerlerle ne kadar bağdaşıyor? Alışılagelmişin dışına çıkıldığında, farklı düşünceler tartışılmaya başlandığında, tank yürütmek, muhtıra vermek ne kadar demokratik?

2.   Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın değiştirilmeyecek hükümleri arasında yer alan 3. maddesi; "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." hükmünü amirdir.

Hiçbir meşru dayanağı olmayan, çağın standartlarının gerisinde, faşizan bir anayasanın değiştirilemez maddelerini çok kültürlü, çok dilli, çok ırklı, çok dinli, inanışlı bir ülkeye, ülke insanlarına dayatmak nasıl bir mantıktır, hangi zihniyetin ürünüdür?

3.   Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması durumunda bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki birçok acı örnekle gözler önündedir.

 75 milyon nüfusa sahip, içinde birçok ırktan insanın farklı dilleri(Kürtçe, Arapça, Zazaca, Ermenice, Rumca…) konuşurken tek dilden nasıl bahsedilebilir?

4.   Son günlerde "Dilimiz" üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir.

“Dilimiz” olarak özellikle belirtilen Türkçe üzerinde bir tartışma mevcut değildir veya Türkçe yerine yeni bir dil yaratılmaya çalışılmıyor, “Dillerimizin” özgürlüğü için mücadele veriliyor.

5.   Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma görevi kapsamında; Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma görevi kapsamında; Ulus devlet, üniter devlet ve laik devleti değil, ülke sınırlarını korumakla görevlidir.

17 Aralık günü TSK yine üzerine vazife olmayan, kendi alanını ilgilendirmeyen bir konu hakkında açıklama yapmış ve bir tür muhtıra vermiştir. Açıklamanın birçok yerinde geçen “demokrasi” en ağır şekilde ihlal edilmiştir. Bildiğiniz üzere CHP kurultayı, yaklaşan seçimler derken bu olay pek yankı bulmadı kamuoyunda.
Bu muhtıra TSK’nın hala 1960 yılındaki zihniyetini devam ettirdiğinin bir göstergesi aslında. Yıllardan beri havada kalmış veya sakıncalı, ülke insanına fayda sağlamayan kavramlar uğruna yapılanların tekrarlanabileceğini bildirdi. Peki bu korumacı tavır Türkiye’ye ne kazandırdı? Kocaman bir “hiç.” Bu ülke askerin siyaset merakı ve vesayetinden dolayı yıllarca eziyet gördü, demokratik bir sürece dahi giremedi, ülkenin ekonomik durumu ve refah seviyesi 3. sınıf ülkeler seviyesinde kaldı. Ülke sermayesini, sanal korkulara, silahlara yatırdılar. Analar evlatlarını onlara emanet etti, onlar emanetleri ölüme yolladı, analarını da ya tehlikeli dedi kışlaya almadı ya da Türkçe konuşsun da insan olsun dedi. Bir yerlerden emir alıp kendi vatandaşlarına işkenceleri, ölümleri reva gördüler. Sözde üniter devlet, ulus devlet, laik devlet adına, ülkenin ve milletin bölünmezliği için yaptıkları bizleri hep birbirimizden ayırdı. Bugün farklı kültürler farklı diller farklı dinler özgürlüğünü kazanmış olsa idi, Dersim, 6-7 Eylül, Maraş, Sivas, Diyarbakır, Metris Cezaevi, Kürt Sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu olmayacaktı. İşte o zaman birliktelik ve beraberlikten söz edebilecektik. Ama bunların sorun halinde kalmasını isteyen zaten yine TSK’dır. Çünkü çözümsüzlük ne kadar sürerse kendisi o kadar ön planda olacaktır. Yıllardır devletin daha doğrusu devlet politikasını belirleyen ordunun sistematik bir şekilde Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt vatandaşlar üzerine oynadığını biliyoruz. Bu sistematik oyunun bir ayağı da şüphesiz PKK’dır. PKK’yı kuran Abdullah Öcalan’ın zamanında devletin birçok kurumuyla olan bağlantısı, aldığı yardım ve destek biraz araştırmayla ortaya kolayca dökülebilir. Kendi kültürlerini yaşamasına izin verilmeyen Kürt vatandaşlar yine devlet tarafından kurulan PKK’nın kucağına itilmiştir. Devlet ve PKK terörü arasında 30 yıldır çile çekmektedirler. TSK sadece kendi vesayetini sürdürebilmek adını bu terörü yıllardır ayakta tutmuştur. Şimdi terörün durulduğu artık sorunun siyasal platformda tartışılmaya başlandığı anlarda yine ortaya çıkmış, çözümsüzlüğün devam etmesini isteyen açıklamalarda bulunmuştur. Eğer bu kadar ülke ve millet bölünmezliği konusunda hassas iseler ve bu konuda endişeleri varsa neden 30 yılda terörü bitiremediler, Dağlıca’da,  Aktütün’de, Tokat’a neden sebepsiz yere bu ülke gençliği hayatını kaybetti, heronları neden durdurmaya çalıştılar, karakollara saldırıları neden izlediler? Ordu içindeki illegal yapılar, çetelerle bağlantılar ortaya çıkınca neden sustular? kâğıt parçalarının üstüne neden gidemediler? Bu ülkede ordu vazifesini yerine bilerek getirmemiştir, vazifesi olmayan işe her girdiğinde ise ülke kara deliklere sürüklenmiştir. Muhtıra vereceklerine aynaya baksınlar ve çıksınlar açık açık neye ve kime hizmet ettiklerini söylesinler. 

Yazar: DEMİR KÖŞE