BARIŞ İÇİN; KÜRTLER KÜRTÇE KONUŞUR



Bilinmeyen(!) bir dil… Bilinmeyen bir millet... “Ne mutlu Türküm diyene” demediği için düşman ilan edilen kitleler... Tutuklanan, seçilmiş belediye başkanları… Türkiye Devleti, 150 yıldır devam eden “ulus” yaratma projesinde sona doğru yaklaşıyor. Bu son nasıl ve neye göre şekillenecek? İşte tam da bu noktada kitlelerin eylemliliğinin önemi, yaşadığımız topraklar üzerindeki insanlık için tek umut verici potansiyeli içerisinde barındırıyor.

Şimdi Osmanlıcılık yapanlara aldırış etmeyin. Osmanlı coğrafyasında ne tek millet, ne de tek dil vardı. “Bunun için bölündü Osmanlı.” demek, çok basit bir zırva olmaktan öteye geçemez. Zamandan ve mekandan soyutlanmış bir şekilde tarih okuması, bizi hayal dünyalarına ziyarete götürür sadece.


 İttihat ve Terakki geleneği üzerine kurulan ve ulus devlet olmanın gerekliklerine kendisini adapte etmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti, bu uğurda cumhuriyet öncesindeki dönemde yaşanan Ermeni Soykırımı’ndan da feyz alarak, özellikle de gayrimüslimlere yönelik birçok eylem gerçekleştirdi. İstanbul’un haricindeki tüm Rumların Yunanistan’a yollanması(İstanbul’dakilerin de 6-7 Eylül ile beraber gitmek zorunda bırakılması) ve özellikle de Doğu Karadeniz’deki Rum nüfusunun tüm köklerinin sökülmesi, Nazi Almanyası’nın da etkisiyle ülkede Yahudilere yönelik özellikle de Trakya’daki baskı ve şiddet olayları, Süryani’lerin yaşadıkları… Bu liste daha da uzatılabilir. Sonuçta 1920’lerin sonlarından itibaren ülkede gözle görünür bir biçimde “İslamlılık” oranı artmış ve özellikle de Türklük, yeni kurulan bu devletin ana unsuru olarak kendisini ortaya çıkartmıştı.

Yeni kurulan bu devletin Müslümanlarını Türkleştirme projesi ise diğerlerine nazaran çok daha sancılı bir süreç olarak kendisini göstermiş ve özellikle de Kürt coğrafyasında yaşanan isyanlar, Dersim olayları, Şeyh Said İsyanı ve daha birçok olay, projenin bu ayağının topal olması neticesini doğurmuştu. Kürtler ile ilgili olan sorun, “yok sayılarak” çözülmüş ve bastırılmıştı.

Aradan geçen onlarca yılda, ulus devlet olarak Türkiye Devleti’nin resmi politikası, bu yönde kendisini devam ettirdi. Kemalizm, kendisini gerek aşiretler ve ağalık düzeni sayesinde Kürt halkı üzerinde kontrol edici bir ideoloji olarak örgütleyerek, gerek bölgedeki asimilasyonun temel ideolojisi olarak kendisini sürdürdü.

Özellikle ‘80 Darbesi ile beraber kendisini yeniden örgütlemeye çalışan resmi ideoloji, bölgede geri dönüşü imkansız uygulamalara da adım atmış oldu. Sayısız faili meçhul, boşaltılan köyler, akıl almaz cezalar ile hapse yollanan insanlar ve kendisini 30 yıldır bu topraklar üzerinde sürdüren bir savaş. Kazanılması imkansız bir savaş, siz bakmayın Osman Pamukoğlu’nun “Bana 15-20 bin adam verin bitireyim olayı” demesine. Koskoca bir ordu yalnızca eğer bir “halk ile savaşıyorsa” o savaşı kazanamaz.

Ortada bu mücadele kapsamında şekillenen bir Kürt hareketi var. Bu hareket, son derece tecrübeli ve manevra kabiliyetine sahip bir hareket. Özellikle de Ergenekon sürecindeki ortam ve BDP(DTP) milletvekillerinin meclise girmesiyle kendisine daha geniş bir hareket alanı bulmuş durumda. Kürt coğrafyası için kesin ve net çözüm önerileri sunarak, gerek AKP’nin bölgedeki etkisini gerekse resmi ideolojinin bölgede yıllardır yaptığı uygulamaları şaşkına çevirebiliyor. Bu durum kendisini en son iki dil ve özerklik taleplerinde gösterdi.

 Bu talepler karşısında, tüm diğer kurumlar saçma bir şaşkınlık içerisine gömüldüler. CHP ve MHP için diyecek pek bir lafımız kalmadı artık, zaten tanıyoruz onları; ama AKP’nin durumu, Kürt hareketinin tecrübesini net bir şekilde gözler önüne koydu. Tek millet, tek devlet, tek dil gevelemelerini yeniden başlatan AKP kanadı, bir yandan da bölgede kendisini yalanlamamak için çaba gösterirken gerçekten ilerleyen süreç içerisinde daha da komik bir duruma sokacak kendisini hiç kuşkusuz.

Dil ve özerklik çerçevesinde şekillenen taleplere karşılık, Kürt halkına karşı kirli savaşı yıllardır sürdüren TSK'nın "ulusal birlik" diye ısrarla vurguladığı, yıllardır Kürt halkını yok sayan, asimile eden, imha eden askeri vesayet rejiminin devamlılığı ise artık imkansız gözükmekte. Genelkurmayın, yetkilerini aşarak anadilde konuşma hakkına saldıran muhtırası ise son yıllarda ortaya çıkan eylemli mücadele ile TSK’nın arzu ettiği etkiyi yapmaktan öte, büyük bir nefret ve kızgınlık uyandırıyor.

Aslında tüm bunların temelinde yatan olgu, 85 yıldır kendisini insanların iliklerine kadar işlemiş bir şekilde gösteren resmi ideolojidir. Bu ideoloji, yeri gelir Maraş’da gözleri oyularak katledilen Alevi bir ninenin gözlerini deşen bıçakta şekil bulur, yeri gelir İstiklal Caddesi üzerinde Rum’ları kovalayan faşistlerin sopalarında şekil bulur, yeri gelir Hrant’ın sırtındaki hain mermide şekil bulur ya da yeri gelir koca bir dilin yasaklanması olarak şekil bulur, kendisini tüm vahşiliği ile insanlara gösterir.

Türk devleti; Kürt ulusunu baskı altında tuttuğu, asimilasyonda ve inkârda ısrar ettiği sürece Kürtlere özgürlük için savaşmaktan başka hiçbir yol bırakılmayacaktır. Barış isteyenler, çözüm isteyenler, ateşkes kararını destekleyenler ordunun anadil muhtırasını, Kürtçeye karşı savaş açarak generallerin muhtırasına zemin hazırlayan AKP'ye, MHP'ye, CHP'ye dur demelidir. Aynı şekilde, kendilerini halen  siyasete müdahale mekanizması olarak gören tüm generaller de açığa alınmalı ve yargılanmalılardır.

Bu topraklara barışın gelmesi birbirimizi yadsıyarak olamayacak bir sonuçtur. Kürt halkının demokratik talepleri hem onları hem de Türk halkını özgürleştirecektir. İnsanların ölüleri üzerinde şekillenen resmi ideolojiyi, onun savunucularını, kalıcı ve gerçek bir barış için tarihin çöplüğüne yollama vakti gelmiştir;  bu görev, başta sosyalistler olmak üzere Türkiye’de özgürlük mücadelesi veren herkesin görevidir.