Çok sevgili ve saygıyı sonuna kadar hak eden arkadaşlarımın büyük emekler vererek bana ayırdıkları bu köşeden sizlere yazılarımı ulaştırırken, içeriği aynı iki yazıyı kısa süreli aralıklarla yayınlayabileceğimi hiç düşünmemiştim. Hele ki 2010 Türkiye'sinde, hele ki askeri vesayet üzerine. Yazının birincisini yayınlayalı sadece iki hafta oluyor ama askeri vesayet bildirileri (rezillikleri) maalesef son bulmuyor. TSK son basın bildirisinden (küçük muhtırasından) sonra bu kez de yanına sivil kardeşlerini de alarak yine üzerine vazife olmayan konular hakkında "görüş bildirdi."
1961 Anayasa'sı ile Türk anayasal sürecine ve siyasal hayatına dahil olan MGK (Milli Güvenlik Kurulu), Cumhurbaşkanlığı makamından sonra seçilmiş iktidarlar ve siyasal hayat üzerindeki en önemli askeri vesayet organlarından biridir. MGK toplantılarının esas amacı, anayasada belirtildiği üzere "Millî Güvenlik Kurulu; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonunun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir." olarak düzenlenmiştir.1961 yılından 2001 yılına kadar anayasal birçok değişiklik geçiren MGK, 1961 anayasında 111. maddede de vücut bulurken, 1971 değişikliğinden önce kurul görüşleri "görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir." iken değişiklik ile " görüşlerini Bakanlar Kuruluna tavsiye eder." haline gelmiş, 1982 anayasasının 118. maddesinde ise "Bakanlar Kuruluna bildirir." ifadesinin yanına "zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır" eklenmiştir. Bu eklenen ifade, son olarak 2001 yılında "zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir." olarak değiştirilmiştir. Kurul, ayrıca belli aralıklarla "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"nide düzenleyerek iç ve dış tehditleri belirlemektedir. 2001 yılına kadar olan değişikler MGK'nın etkisini artırmak için yapılmıştı, fakat 2001 değişikliği AB uyum süreci ve demokratikleşme süreci dahilinde etkisini azaltmaya yönelikti.
Türk siyasal hayatına bakıldığında aslolanın teoride değil, fiiliyatta neler olduğudur. Askeri gücün sivil otorite üzerindeki etkisini düşündüğümüzde aslında yapılan değişikliklerin çok da öneminin olmadığını görebiliyoruz. 1961'de sivil hayata geçişten sonra AP'nin DP'nin devamı olduğu için iktidarının engellenmesi, 1971 muhtırası ile Demirel hükümetinin istifaya zorlanması, cumhurbaşkanlarının emekli generaller içinden seçtirilmesi, TSK'nın rahatsızlığını belirttiği partilerin kapatılması, Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi, 2007-2010 muhtıraları ve son MGK bildirisi gibi birçok örnek görebiliriz. Siyasilerin resmi ideolojinin alanı dışında siyaset yapmaya başladığı her an ortaya çıkan askeri vesayet, idari sistem ve dil tartışmalarının yapıldığı şu günlerde yine kendini göstermiş ve MGK aracılığıyla bunu dile getirmiştir.
Son MGK toplantısının ardından; ''Toplantıda, toplumda infial yaratabilecek ve demokrasiye, kişisel hak ve özgürlüklerin gelişimine, toplumsal barışa ve kardeşlik duygusuna zarar verecek yaklaşımlardan kaçınılmasının ve herkesin sorumluluk içinde hareket etmesinin büyük önem taşıdığına işaret edilmiştir. Bu bağlamda, “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet' anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir...'' açıklaması yapılmıştır. Öncelikle şunu belirtelim ki kurul anayasanın kendisine çizdiği sınırlar dışında ki bir konu hakkında görüş bildirmiştir. Seçilmiş siyasilerin tartıştığı bir konu üzerinde görüş bildirmesi, devletin güvenliği ve bölünmezliği konularının çok dışındadır. Fakat biz kurulun açıklamasını belirtilen sınırlar içerisinde yapılmış olarak düşünelim ve açıklamayı inceleyelim. Son üç ay içerisinde dil üzerinde gerçekleşen tartışmalar ve ya yapılan açıklamalar, Türkçe yerine yeni bir dilin gelmesi değil yasaklı, yok sayılan dillerin özgürlüğüne kavuşması ve halkın sosyal yaşantısında kolaylık sağlıyacak değişikliklerin yapılması içindir. Ortak ve resmi dilimiz doğal olarak Türkçedir zaten buna itirazı olan yoktur. Fakat ülkenin 10 milyondan fazla vatandaşı Kürtçe (isteyen X dil olarak alabilir) konuşmaktadır. Bu Kürtçe konuşan nüfüsün bir kısmı hem Türkçe Hem Kürtçe konuşabiliyoken diğer bir kısmı, özellikle kadınlar ve okula başlamamış çocuklar Türkçe bilmemektedir. Bırakın anadilde eğitim, Kürtçe'yi yaşatmak düşüncelerini, sadece Kürtçe yasaklı dil olduğundan dolayı, Kürtçe konuşulan yörelerde sağlık hakkı, haber alma hakkı, eğitim hakkı, kamu hizmeti alma, hak arama hürriyeti, ifade özgürlüğü, siyasi propaganda hakları gibi en basit haklar bile kullanılamamaktadır. Geçmişte Kürtçe konuşan siyasetçi, aydın, gazeteci, sanatçı ve vatandaşların başına gelenler, maruz kaldıkları ayrımcılık ise cabası. MGK'nın "Tek"lik üzerine yaptığı vurgu, dil özgürlüğünün tartışılmasını devletin bölünmez bütünlüğüne tehdit olarak algılanması birlikteliği değil kutuplaşmayı arttırmaktadır. Bir halkın yasaklı dilinden dolayı diğer halklardan kopuşunu hızlandırmakta, yasağın kalkmasını isteyenleri bölücü gibi göstermektedir. Toplumun büyük bir kesimine diline özgürlük isteyen halkı hedef olarak göstermektedir. Aslında işte "bu bağlamda" toplumda infial yaratılacak, kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanacak, toplumsal barış zedelenecek ve gelecekte gerçekleşecek bütün demokratik tartışmaların kökü dinamitlenecektir.
Yazar: DEMİR KÖŞE